Arka-Taş
Orta Asyada, savaşın ok ve yay ile yapıldığı dönemlerde Türk savaşçılar, arkalarından gelebilecek bir saldırıyı önlemek için, sırtlarını önceden bu amaçla hazırlanmiş bir TAŞ'a dayarlardı. Bu taş "ARKA-TAŞ" veya Azerbaycan'daki telaffuzuyla "ARKA-DAŞ" olarak adlandırılırdı. Dostluk kavramının zaman içinde,insanın arkasını yaslayabileceği ve kendisini olabilecek kötülüklerden koruyacağı fikri ile özleştirilmesi sonucu "arkadaş" kelimesi "dost" anlamında Türkçedeki yerini buldu. Sırtınız "arka taş" sız kalmasın...
GECE YARISI
Yıllar sonra oğlu evlenmis, çoluk çocuk sahibi olmuş.
Bir gün, gecenin bir yarısı saat 3:30 civarları telefonu çalmış.
Telefondaki ses, annesinin sesiymiş, oğlu:
- 'Ne var Anne, ne istiyorsun bu saatte, neden beni rahatsiz ediyorsun?
Sabah arasan olmaz mıydı' gibilerinden, annesini azarlayıcı sözler sarfetmiş.
Annesi, biraz buruk, biraz da ağlamaklı bir ses tonu ile;
Bundan 25 yıl önce de bir gece yarısı 3:30 da sen beni rahatsız etmiştin.
DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN OĞLUM demiş...
...................................
ALLAH FOTOĞRAFIMI ÇEKİYOR
O gün hava çok fenaydı. Durmadan gök gürlüyor, bardaktan boşanır gibi yağmur yağıyordu....
Küçük kız yine de her sabahki gibi annesinin sesiyle uyanmış, kahvaltısını etmiş ve her gün yürüyerek gittiği okuluna doğru yola koyulmuştu...
Ancak gökyüzünde şimşekler birbiri ardına ve o kadar gürültüyle çakıyordu ki, küçük kızın annesi
'Yavrum bu havada yolda yürürken korkmasın?' diye telaşlandı…
Arabasına atladığı gibi yolda kızını aramaya başladı. Baktı, küçük kızı az ilerdeydi.
Minik minik adımlarla yürüyor, ama ne zaman şimsek çaksa durup gökyüzüne bakıyor ve gülümsüyordu...
Annesi önce bir anlam veremedi ama kızın niye böyle yaptığını çok merak etmişti.
Nihayet arabayla ona yaklaşıp sordu: 'Yavrum hiç korkmadın mi bu havada yalnız yürümekten...?
Hem ne zaman şimşek çaksa durup yukarı bakarak öyle napiyorsun...?'
Küçük kız cevap verdi:
'Gülümsüyorum... Çünkü Allah fotoğrafımı çekiyor...'
................................
BU KELTOŞUN DA Bİ SAHİBİ VAR
Vaktiyle dervişin birisi, nefsi arındırma yolunda bayağı bir yol kat eder.
Her şeyde bir hikmet olduğunu, yaşadığı her şeye teslimiyetle sabretmeyi hayatına iyice yerleştirir.
Uzun yılların sonunda artık ihtiyarlayan dervişimizin saçları da dökülmüştür artık.
Bu derviş bir gün berbere gider.
Berber, dervişin saçlarını tıraş etmeye başlar.
Bu arada yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeriye.
Bakar ki bizim keltoş tıraş olmaktadır.
Doğruca onun yanına gidip, kafasına okkalı bir tokat atar:
- “Kalk bakalım keltoş, kalk da ben tıraş olayım, acelem var” diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek.
Kaideyi bozmaz derviş. Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden.
Berber mahcup, fakat korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar.
Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder.
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkandan çıkar.
Çıkarken de bizim keltoşun kafasına kahkaha atarak bir tokat daha kondurur.
Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir ve kabadayıyı ezer geçer.
Berber şaşkın, bir kabadayıya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- “Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim.
Gel gör ki bu keltoşun da bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!..”