En son konular | » KAdın Ve Erkek Farkı İşte =) tarafından kilicbey_289 Cuma Kas. 25, 2011 6:42 pm
» Hot Freeze ile Msn Dondurma Resimli Anlatım tarafından mavihayat Cuma Tem. 02, 2010 12:23 am
» bi soruda benden olsun bakalım... tarafından ferudun06 Salı Şub. 23, 2010 6:50 pm
» Matematik yalan söylemez tarafından ferudun06 Salı Şub. 23, 2010 6:13 pm
» rüzgarım süperrsin yine yau tarafından ferudun06 Salı Şub. 23, 2010 5:58 pm
» Sametech ingilizce-Türkçe Paragraf çeviri programı tarafından ferudun06 Salı Şub. 23, 2010 5:44 pm
» YENİ KATEGORİ VE BÖLÜM ÖNERİLERİ BURAYA... tarafından FoDdEr Perş. Mayıs 14, 2009 2:50 pm
» İyi ki Temel var tarafından samyeli1 Paz Mayıs 10, 2009 2:02 pm
» Hadi Anlat Bakalım tarafından samyeli1 C.tesi Mayıs 09, 2009 5:56 pm
» Anneler den "El Kızı" Yorumları tarafından ebrar Çarş. Mayıs 06, 2009 9:44 pm
|
|
| İngiliz Edebiyatı | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
murat_efe Artık Üniversitedeyim
Mesaj Sayısı : 80 Yaş : 41 Nerden : damdan dama Lakap : EfE sanal hayvan : KİŞİSEL İLETİ : संधिकालः Ruh Hali : Kayıt tarihi : 30/11/08
PUANLAR İTİBAR: (90/100) REP PUANI: (90/100)
| Konu: İngiliz Edebiyatı Salı Ocak 06, 2009 8:59 pm | |
| İngiliz Edebiyatı
Rönesans Dönemi İngiliz Edebiyatı İngilizcenin yazı diline dönüşmesinde büyük katkıları olan ve Canterbury Hikâyeleri adlı eseri bulunan Chaucer (1340-1400) İngiliz edebiyatında Rönesansa zemin hazırlayan yazarlardan birisidir. "Elizabeth Dönemi "adı verilen XVI. yüzyılda tiyatro ve şiir türlerinde önemli eserler ortaya konmuştur. Rönesans dönemi İngiliz edebiyatının en önemli tiyatro yazarı Shakespeare (1564-1616)'dir. Shakespeare dram ve komedya türlerinde hem nazım, hem düzyazı, hem de her ikisini birlikte kullanarak başarılı oyunlar yazmıştır. Oyunlarının tamamı beşer perdeden oluşur. Kin, aşk, dostluk, yükselme, öç alma gibi hemen hemen tüm insanî boyutları derinlemesine irdelemiştir. Başlıca dramları arasında Romeo ve Juliet, Hamlet, Macbeth, Othello, Kral Lear; en önemli komedyaları arasında da Venedik Taciri, Yanlışlıklar Komedyası sayılabilir. Marlowe (1564-1593) ve Ben Jonson (1573-1637) da dönemin önemli tiyatro yazarları arasında yer alırlar. İlk büyük İngiliz şairi olan Edmund Spenser (1552-1599) ise pastoral türde yazdığı şiirlerini Çoban Takvimi, alegorik bir destanını da Peri Kraliçesi adlı eserlerinde topladı. Tasvir ve ruh çözümlemelerinde başarılı olan ve üslûba önem veren dönemin son büyük şairi John Milton (1608-1674)'un en önemli eseri Kaybolmuş Cennet adlı konusunu Tevrat'tan aldığı dinî destanıdır. Montaigne gibi deneme türünde başarılı ürünler veren Bacon (1561-1626)'un en önemli eseri ise Denemeler'dir.
yazan: Değerli hocam Prof. Dr Nurullah Çetin | |
| | | murat_efe Artık Üniversitedeyim
Mesaj Sayısı : 80 Yaş : 41 Nerden : damdan dama Lakap : EfE sanal hayvan : KİŞİSEL İLETİ : संधिकालः Ruh Hali : Kayıt tarihi : 30/11/08
PUANLAR İTİBAR: (90/100) REP PUANI: (90/100)
| Konu: Geri: İngiliz Edebiyatı Salı Ocak 06, 2009 9:01 pm | |
| Klâsik Dönem İngiliz Edebiyatı Klâsisizm akımı İngiltere'de çok kısa sürmüştür. Bu akımın İngiliz edebiyatında iki önemli temsilcisi vardır: Şiir ve oyunlarıyla Drydon (1631-1700) ve şiirleriyle Pope (1688-1744).
Romantik Dönem İngiliz Edebiyatı
İngiltere'nin kuzeybatısında yer alan göller bölgesinde bir süre yaşamış olan ve bundan dolayı kendilerine "Gölcüler" denilen Wordsworth (1770-1850), Coleridge (1772-1834) gibi sanatçılar, ayrıca Lord Byron (1788-1824), Shelley (1792-1822) ve Keats (1795-1821) gibi şairler bu akımın başlıca temsilcileri arasında yer alırlar.
20. Yüzyıl İngiliz Edebiyatı 20. yüzyılda İngiliz edebiyatı en çok roman türünde başarılı ürünler vermiştir. J. Conrad (1857-1941) macera ve deniz romanları yazmıştır. İrlandalı romancı James Joyce (1882-1941) ise klâsik roman kurallarını bir tarafa bırakarak, modern roman tarzının örneklerini vermiştir. Kronolojik zaman akışını değil, insanın bilinçaltının belirlediği zaman sistemini esas almıştır. İnsanın iç dünyasını kendi mantıkî gerçekliği içinde olduğu gibi sunmaya çalışır. Bir olaydan başka bir olaya, bir zamandan başka bir zamana atlar, kalemini çağrışımların emrine verir, bazen dilin gramatikal sistemini bozar, başka dillerden alıntılar yapar, kahramanların iç konuşmalarına geniş yer verir. Onun romanları alışılmış klâsik roman kurgusuna uymaz. Dublinler (1914) adlı eserinde on beş hikâye yer almaktadır. Üçü çocukluk, dördü genlik, dördü orta yaşlılık, dördü de sosyal hayatla ilgilidir. Kitap, bütün bir roman olarak da okunabilir. Diğer önemli eseri ise Ulysses (1922) adlı romanıdır. O bu romanında Dublin özelinde çağdaş dünyanın bir destanını verirken, asıl olarak modern bireyin zihinsel hayatını tüm yoğunluğu ve düşünce karmaşıklığı ile sunmaktadır. Eserleri genellikle Dublin kenti etrafında yoğunlaşır. V. Woolf (1882-1941) önemli bir İngiliz kadın roman yazarıdır. O da James Joyce gibi bilinç akımı tekniğine başvurmuştur. "Acı" ve "yalnızlık", "kadın sorunları" temalarına ağırlık vermiştir. Romanlarında insan zihninin herhangi bir günde algıladığı şeyleri aktarmaya çalışır. Eserlerinin başlıcaları Jacob'ın Odası (1922), Perde Arkası (1941), Mrs. Dalloway, Orlando, Dalgalar, Yıllar'dır.
yazan: Değerli hocam Prof. Dr. Nurullah Çetin | |
| | | murat_efe Artık Üniversitedeyim
Mesaj Sayısı : 80 Yaş : 41 Nerden : damdan dama Lakap : EfE sanal hayvan : KİŞİSEL İLETİ : संधिकालः Ruh Hali : Kayıt tarihi : 30/11/08
PUANLAR İTİBAR: (90/100) REP PUANI: (90/100)
| Konu: Jack London (12 Ocak 1876, San Francisco - 22 Kasım 1916Clfn) Salı Ocak 06, 2009 9:10 pm | |
| Ünlü Amerikalı yazar. 1876 yılında San Fransisco'da doğdu, 22 Kasım 1916’da San Francisco’da öldü. Çocukluğu yoksulluk içinde geçti. 14 yaşında okulunu bırakarak hayata atıldı. Türlü işlere girip çıktı, Amerika içinde ve dışında uzun, maceralı yolculuklar yaptı, hapis yattı. Giderek militan bir sosyalist oldu. İlk kitabı ‘Kurt Dölü’ 1900 yılında yayınlandı. London, 17 yılda "kıpır kıpır hayat ve düşünce kaynayan" (Anatole France) elli ciltlik dev bir eser vermiştir. Eserlerinde yaşam kavgasını romantik bir bakışla anlatır, çoğu eserinde sert bir kapitalizm eleştirisi göze çarpar. Kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş ABD’li yazarlardandır.
1897’de Klondike’a altın aramaya gidenlere katıldı ve “Vahşetin Çağrısı” dahil birçok kitabını bu tecrübesinden yararlanarak yazdı. İlk defa 1903 yılında The Saturday Evening Post’da yayınlanan ve Jack London’ı üne kavuşturan Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild) nefes nefese okuyacağınız bir dünya klasiğidir.
Martin Eden (roman)
Jack London'un 1909 yılında yazdığı klasikleşmiş romanıdır. Bir gemi işçisinin yazar olma çabasının anlatıldığı romanda tutkulu, aşık, kalıplaşmış düşüncelere karşı duran, sorgulayan, inanan ve idealleri uğruna, çıkarına olmasa da düşündüklerini cesurca ifade eden gemi işçisi Martin Eden anlatılır.
Günleri gemiler ve meyhanelerde geçiren Martin Eden, çok sık karıştığı cete kavgalarından birinde Arthur adlı zengin birinin hayatını kurtarır. Arthur bu iyilik karşısında Martini evlerine yemeğe çağırır ve burada Martin, Arthur'un Ruth adındaki sanat tarihi öğrencisi kız kardeşi ile tanışır. İlk tanışmalarında Martin yıllardır aradığı aşkın karşısında olduğuna inanır. Bu genç, kültürlü ve güzel kadını etkileyebilme yolunun bilgi, kültür ve sanattan geçtiğine karar verir. O andan itibaren büyük bir kararlılıkla çalışarak yazar olmaya ve kimbilir belki Ruth ile evlenmeye karar verir.
Konusu kısaca "aşk insana neler yaptırır" diye düşünülüp, sıradanlık iddiası ile romanı küçümseyen okur romandaki mantık ve doğallık örgüsü ile gerçekleşen olayları kabullenmesinin şaşkınlığını yaşar. Bir gemi işçisinin yediklerinden, akşam uykusundan, sosyal çevresinden ve en önemlisi içkisinden feragat ederek, sonu bilinmeyen bir maceraya atılmasını çok çabuk kabullenir. Bu doğallığın en büyük nedeni, kendi kendine çalışarak yazar olan Jack London'un Martin Eden ile büyük paralellik taşıyan hayatının romana yansımasıdır. Jack London, adeta kendi canından yarattığı Martin'in gerçekliğinden kuşku duyan okuyucusuna, "onun yerinde ben de olsam sonuç aynı olurdu" diye düşündürür.
Martin, Ruth'a olan saf aşkını, sosyal olarak yabancı bulunduğu bir çevreye ve kendisini fakirliğinden dolayı aşağılayan insanlara kabul ettirmeye çalışır. Bu insanların başını, Martin'in edebiyata olan tutkusunu, çalışma azmini ve yeteneklerini bilmesine rağmen, ona inanmayan, sürekli düzenli ve normal bir iş bulmasını öneren Ruth yapmaktadır.
Martin ilk başlarda, zenginliklerinin ve bilgilerinin başını döndürdüğü bu insanlara, sonradan, kendisini geliştirdikçe kuşku ile bakmaya ve aslında söylediklerinin, hayat anlayışlarının nasılda çiğ ve özümsenmemiş olduklarını anlar. Herkes aslında olmadıkları insanları oynamakta ve bilmediklerini biliyor gibi görünmekte, gerçekte hiç kimsenin parasını ve mevcudunu korumak dışında bir idealinin olmadığını görür. Bu açıdan eskiden sanatın ve kültürün kaynağı gibi duran bu insanları şimdi gözünde birer asalak gibi görmekte ve onca imkanlarına, okullara, kitaplara, üniversitelere rağmen nasıl bu kadar cahil kaldıklarına şaşırmaktadır.
Çevresi edebiyatı bilmeden diploma almış edebiyatçılarla, geometri bilmeyen mühendislerle, ekonomi bilmeyen siyasetçiler, biyoloji bilmeyen din adamları ile doludur. İşin garibi herkes aslında hiç haberdar olmadığı ve anlamadığı fikirler üzerinde tartışmakta, şuradan buradan duydukları klişeleri kullanmakta ve neredeyse bir moda halinde düşünmektedir. Martin doğal yeteneği ve hayatın içinde geliştirdiği kavram algılama üstünlüğü sayesinde gerçek bilgiyi ayırt etmesini ve doğal seleksiyonla evrimleştirdiği* düşünce gücünü bu boş insanlara karşı kullanmasını öğrenir.
Bu süre zarfında gemi işçiliğini bırakarak yazarlıkla geçinmeyi dener. Yazdığı ve yeterince güzel olduğunu düşündüğü birçok eseri, yayımlanmadan geri gelir. Bu dönemlerde çok güç anlar yaşamış, aç kalmış, meteliğe muhtaç hallere düşmüştür. Martin tıpkı aydın geçinen tayfanın varlığı gibi edebiyattan hınclarını almaya çalıştıklarına inandığı bir editör ve yayıncılar tabakasının varlığını keşfeder. Bu insanlar adeta yerleşik yazar sınıfının değişmesi ve başka yazarların çıkmasına engel olmaktadır. Kendince bunun en büyük sebebinin, bir zamanlar bütün bu editör ve yayıncıların yazar olmayı denemiş ve beceriksizlik ya da yeteneksizlikleri yüzünden başarılı olamayıp, kompleks sahibi insanlar haline dönmüş olduklarını düşünmektedir.
Yazılarını yayınlayan birkaç yayınevi ya da dergi ona parasını göndermez. Martin'in hayatındaki zorluklar ve parasızlık yetmezmiş gibi bunlara bir de, onu inanmadığı halde, bir sosyalistmiş gibi gösteren basın eklenmiştir.
[*] Martin Eden'in varlığını öğrendikten sonra biyoloji bilimine çok önem verdiğini ve Darvin'in türlerin oluşması ve gelişmesini sağladığına inandığı doğal seleksiyon olayı ile birçok şeyin nasıl gerçekleştiğini kavradığını görüyoruz. Burada kastedilen fizyolojik bir değişme değil, bu kaynakla beslenen Martin'in düşünce gücüdür. | |
| | | murat_efe Artık Üniversitedeyim
Mesaj Sayısı : 80 Yaş : 41 Nerden : damdan dama Lakap : EfE sanal hayvan : KİŞİSEL İLETİ : संधिकालः Ruh Hali : Kayıt tarihi : 30/11/08
PUANLAR İTİBAR: (90/100) REP PUANI: (90/100)
| Konu: Geri: İngiliz Edebiyatı Çarş. Ocak 07, 2009 8:00 am | |
| Dipnot: İngiliz edebiyatı hakkında yazıları bulunan değerli hocam Nurullah Beye sonsuz teşekkürlerimi bildiriyorum. Ayrıca, şimdiye kadar bir kaç kez düzenlemiş olduğum İngiliz Edebiyatı konularımı tekrar gözden geçirdikten sonra paylaşıma açacağım. Bilgilerinizi ve paylaşımlarınızı esirgememeniz dileğiyle... | |
| | | murat_efe Artık Üniversitedeyim
Mesaj Sayısı : 80 Yaş : 41 Nerden : damdan dama Lakap : EfE sanal hayvan : KİŞİSEL İLETİ : संधिकालः Ruh Hali : Kayıt tarihi : 30/11/08
PUANLAR İTİBAR: (90/100) REP PUANI: (90/100)
| Konu: Bronte Kardeşler Çarş. Ocak 07, 2009 8:11 am | |
| Yüzyılı aşkın bir zaman önce adlarını duyuran Charlotte Bron­te (1816–55), Emily Bronte (1818–48) ve Anne Bronte (1820–49) adlarındaki üç kız kardeş o günden beri yapıtlarıyla edebiyat ve sanat çevrelerinin ilgisini çekmektedir. Üç kardeş de roman yazdı. Bunlardan Charlotte'un "Jane Eyre"i (Jane Eyre; 1847), Emily'nin "Uğultulu Tepeler"i (Wuthering Heights; 1847) dünya klasikleri arasına girdi. Bronte ailesinin yaşa­mı da en az bir roman kadar ilginçti. Anneleri İngiltere'nin Cormvall bölgesindendi. İrlan­dalı olan babalan ise Yorkshire'da, çıplak bir dağ köyü olan Haworth'da rahipti. Anneleri altıncı çocuğu Anne'ın doğumundan kısa bir süre sonra öldü. Teyzeleri Elizabeth çocukla­ra bakmak için köye geldiyse de, onun varlığı düşsel bir dünyada yaşayan kardeşleri avut­maya yetmedi. Karısının ölümünden sonra iki büyük kızım da kaybeden Patrick Bronte çalışma odasından çıkmıyor, çoğu zaman ye­meğini tek başına yiyor, günlerini kitap oku­makla ve kırlarda dolaşmakla geçiren kızla­rıyla ilgilenmiyordu. Üç kız, erkek kardeşleri Branwell'le birlik­te, uydurdukları gerçekdışı öyküleri ufacık kâğıtlara yazıyor, bu kâğıtları kitaba benze­mesi için dikerek birleştiriyorlardı. O sırada 15 yaşında olan Charlotte böyle tam 15 "roman" yazmıştı. Bu kurmaca dünyaya ken­dini gereğinden çok kaptıran Branwell ise tüm yeteneklerine karşın gerçek yaşamda başarı gösteremedi. Sonradan içki ve uyuştu­rucu bağımlısı oldu. Charlotte ve Emily İngiltere'nin Lancashire kentinde, din görevlilerinin çocuklarının gitti­ği yatılı bir okula yazıldılar. Ama yemekleri kötü, disiplini katı olan bu okulda hiç mutlu olamadılar ve yıl sonunda ayrıldılar. Daha sonra Charlotte "Jane Eyre" adlı romanında, "Lowood" adını verdiği bu okulu olanca korkunçluğu ile dile getirdi. Baba Bronte'nin yoksulluğu yüzünden üç kız kardeş dönemin toplumsal yargılarına ters düşen bir karar alarak, kendi geçimlerini sağlamak amacıyla çocuk bakıcılığı yapmaya başladı. Ne var ki, evden uzakta mutsuz oluyorlardı. Bu yüzden bir okul açmaya karar verdiler. Charlotte ve Emily Fransızca'larını ilerletmek ve Almanca öğrenmek için Brük­sel'de Constantin Heger ile karısının işlettiği bir okula gittiler. Bay Heger'in etkisiyle Charlotte düş dolu dünyasından sıyrılarak, gerçek yaşama ayak uydurmayı başardı. Ama daha sonra, Havvorth'daki rahip evinde açtık­ları okula, hem ıssız bir yerde olması, hem de alkol ve uyuşturucu kullanan Branvvell'in kötü ünü yüzünden hiç öğrenci gelmedi. 1845'te Charlotte, Emily'nin eskiden yaz­mış olduğu bazı şiirleri buldu. Emily gibi Anne da şiir yazıyordu. Bir yıl sonra üç kız kardeş Currer, Ellis ve Acton Bell takma adlarıyla ortak bir şiir kitabı yayımladı. İlk harfleri gerçek adlarının baş harflerinden alı­nan bu uydurma adları kullanmalarının nede­ni, gizemli bir hava yaratmak isteğinin yanı sıra, kadın oldukları anlaşılırsa kitabın önemsenmeyeceğinden korkmalarıydı. Bu ki­tap Emily'nin en yetkin şiirlerini de içermekle birlikte, yalnızca iki tane satıldı. Uğradıkları başarısızlık kitabın basılmış olmasından yü­reklenen kızları yıldırmadı. Bu kez de roman yazmaya başladılar. Charlotte'un ilk romanı "Istırap Yılları" (The Professor; 1857), Brüksel'de bir okulda öğret­menlik yapmakta olan bir İngiliz'in öyküsüydü. Ama romanı birçok yayımcı geri çevirdi. Oysa "Jane Eyre"yi yolladığı yayımcı romana kendini öylesine kaptırdı ki, tümünü bir gecede okuyup bitirdi. Bu romanda Charlotte, öksüz "Jane Eyre"in teyzesinin evindeki mutsuz çocukluğunu, katı disiplinli bir yatılı okulda geçirdiği öğrencilik dönemini ve daha sonra Bay Rochester'in kızına eğitmenlik yaptığı günleri anlatır. Öyküde Bay Rochester Jane ile evlenmek ister, ama Jane düğün günü Rochester'in akıl hastası olan bir karısı bulunduğunu öğrenir. Bunun üzerine evden kaçar. Sonunda yeniden Bay Rochester'e dönen Jane, akıl hastası karısının evi yakmak isterken ölmesi üzerine onunla evlenir. Emily'nin tek romanı olan "Uğultulu Tepeler" (bu yapıt 1942'de Ölmeyen Aşk; 1946'da Rüzgârlı Bayır; 1985'te Uğultulu Tepeler adla­rıyla dilimize çevrilmiştir) ise şiirsel, o dönem için alışılmışın dışında derin duygular içeren, güçlü bir kitaptır. Uğultulu Tepeler 1847'de ilk yayımlandığın­da eleştirmenlerce değeri anlaşılmayıp aşırı kaba ve yabanıl bulunmuştu. Oysa zaman içinde İngiliz edebiyatının en iyi romanları arasında yer aldı. Anne Bronte'nin ilk romanı olan "Agnes Grey" (Agnes Grey; 1847) ise Emily Bronte'nin "Uğultulu Tepeleri"yle aynı yılda üç cilt olarak yayımlandı. Jane Eyre'e benzerlik gös­teren bu roman yayımlandığı sırada büyük ilgi gördü. "Şatodaki Kadın" (The Tenant of Wildfell Hail; 1848) adlı öbür romanında Anne, erkek kardeşi Branwell'den esinlenerek, dü­rüstlüğünün kurbanı olan bir ayyaşı anlatır. Bramvell 1848 Eylül'ünde öldü. Cenaze töreninde üşüterek hastalanan Emily kendi kendine iyileşmeye çalıştıysa da durumu giderek kötüleşti ve kardeşinden iki ay sonra öldü. Vereme yakalanan Anne bir yıl sonra Emily'yi izledi. Kardeşlerinin ölümünden sonra yapayalnız kalan Charlotte iki roman daha yazdı; "Shirley"de (Shirley; 1849), Yorkshire'a ilk kez do­kuma tezgâhlarının getirilmesi üzerine baş gösteren kargaşa ve tepkiyi anlattı. Kendi yaşamından esinlenerek yazdığı "Villette" (1853) adlı romanda ise yalnız yaşayan bir öğretmeni konu aldı. 1854'te babasının yardımcısı rahip Arthur Bell Nicholls ile evlendi. Hamileliği sırasında hastalanarak Mart 1855'te öldü. Üç kız kardeş kişilikleri açısından birbirin­den çok farklıydı. Anne, açık yürekli ve nazlı; Charlotte sakin görünüşüne karşın çok duyguluydu. En yeteneklileri sayılan Emily ise suskun ve içine kapanık bir kızdı. Ruhsal ve bedensel acılara karşı çok dirençliydi. Kişiliği­nin derinlerinde gizlediği tutkular güçlü bir biçimde şiirlerine ve romanlarına yansımıştır.
Bronte Kardeşlerin Efsanesi 19. yüzyıl İngiliz Edebiyatı'nın unutulmaz isimleri Bronte kardeşlerin kitapları günümüzde de güncelliğini koruyor. Ailenin üçüncü yazarı Anne Bronte'nin Agnes Grey adlı romanı, yeni düzenlemesiyle Merkez Kitaplar arasında yayınlandı.
19. Yüzyılın ilk yarısında Bronte kardeşler, İngiliz Edebiyatı'na neler kazandırdıklarını bilmeden, hatta böyle bir dilekte bulunmadan oyalanmak için romanlar ve şiirler yazdılar. Bir papaz evinde zor koşullar altında yazılan o romanlar, İngiliz Edebiyatı'nın ölümsüz eserleri arasında yer aldı. Bugün de Bronte kardeşlerin eserleri, klasik İngiliz Edebiyatı'nın en önemli örnekleri olarak genç kuşaklara tanıtılıyor. 19. yüzyılda okurlarıyla buluşan kitaplar, 21. yüzyılın genç okurlarının da kitaplıklarında yer alıyor. Bronte ailesinde en verimli yazar Charlotte Bronte idi. Kısacık ömrüne yarım düzine roman sığdırabildi. Ortanca kardeş Amily Bronte, Uğultulu Tepeler isimli şaheseri ile İngiliz Edebiyatı'nın en başta gelen yazarlarından biri oldu. Ailenin üçüncü yazarı Anne Bronte ise duygusal bir genç kızdı. Çocuk denecek yaşta şiir yazmaya başladı. Onun 19. yüzyıla armağanı Agnes Grey oldu. Bronte kardeşleri daha yakından tanırsanız, romanlarını özellikle de ailenin şairi Anne Bronte'nin tek romanını okurken daha büyük keyif alacaksınız.
PAPAZ EVİNDE HAYAT Haworth kasabası, dimdik bir tepenin üzerindeydi. Orada doğup büyüyenlerin dışında hiç kimsenin bu kasabayı ziyaret etmek isteyeceği düşünülemezdi. 19. yüzyılın ilk yarısında bu kasabanın adını orada yaşayanlardan başka kimse bilmiyordu. Kasabanın sakinleri, ancak gökteki yıldızlarla komşuluk edebiliyorlardı. Kasabanın küçük kilisesi ve hemen arkasındaki derme çatma papaz evi, cinayet romanlarına konu olacak nitelikteydi. Ve karşıdan bakınca, insanın içini korkuyla ürpertiyordu. Evin pencerelerinin perdeleri her zaman sımsıkı kapalı olduğu için o evde neler yaşandığını tahmin bile etmeye imkân yoktu. Gerçekten bu evde yaşayan bir aile var mıydı? Elbette vardı. Kilisenin papazı, eşi ve altı çocuğuyla bu derme çatma evde yaşıyordu. Altı çocuklu bu ailenin bu kadar sessiz ve sakin yaşayabilmesi aslında bir mucize gibi görünebilir. Ama gerçeğin mucize ile ilgisi yoktu. Kilise papazının eşi Bayan Bronte, hastalıklı bir genç kadındı. Peş peşe altı çocuk dünyaya getirmek onun zaten zayıf olan bünyesini iyice zayıflatmıştı. Haworth kasabasının papazı Bay Bronte, çok aksi tutucu bir din adamı ve sert bir babaydı. Küçük Bronteler, neşeye hiç yer olmayan kasvetli bir ortamda dünyaya gelmişlerdi. Ev, kilisenin mezarlığına baktığı için küçük Bronteler ölümle iç içe yaşamayı öğrenmişti. İki üç yaşlarına geldikleri zaman, kırık dökük cümlelerle ölümden, cennetten, cehennemden söz etmeye başlamışlardı. Baba Bronte, "Günah olur," diye evine et sokmuyordu. Çocukların arkadaş edinmeleri, başkalarıyla konuşmaları yasaktı. Pencerelerinden mezarlık görülen o kasvetli evde, kendilerine küçücük bir dünya kurmuşlardı. Fakat hastalıklar da peşlerini bırakmıyordu. Önce anneleri Bayan Bronte vereme yenik düştü. Arkasından ailenin büyük kızları Elizabeth ve Mary... Sağ kalan dört çocuk için ise günler sıkıntılı ve yokluk içinde geçiyordu. Çocukların hepsinin ortak özelliği sık sık hastalanmaktı. Ailenin en zayıf bünyeli üyesi küçük Anne'di. Çok sık hastalandığı için ablaları ona özel ilgi gösteriyordu. Mavi gözlü, ufak tefek, şirin bir kızdı Anne Bronte. Çok duygulu ve utangaçtı. O ailenin şairiydi. Ablalar günlerini geçirmek için roman yazmaya çalışırken, Anne de duygularını mısralara döküyordu. Kızlar fırsat buldukça zengin ailelerin çocuklarına dadılık yaparak evin geçimini sağlıyorlardı. Bir yandan da roman yazmak hoşlarına gitmişti. Bronte kardeşler, önce ortaklaşa bir şiir kitabı yazdı. Bu kitap, 1846 yılında yayımlandı. O dönemde, kadın yazarlara hiç ilgi gösterilmediği için Bronte kardeşler, kendilerine uydurma birer erkek adı buldular. Charlotte ve Emily Bronte, roman yazmaya başlayınca en küçük kardeş de ablalarından geri kalmak istemedi. O, evden dışarıya hiç adım atmamıştı. Ablaları ve akrabaları onun bu dünyada tanıdığı tek insanlardı.
ANNE'İN ESİN KAYNAKLARI Papaz evinin küçük şairi, biraz ablası Charlotte'un biraz da kendisinin varlıklı aileler yanında geçirdiği günlerden esinlenmişti. Ama onun en büyük esin kaynağı, tıpkı ablalarının olduğu gibi büyük hayal gücüydü. Köşesinde otururken hiç bilmediği, görmediği insanları anlatabiliyordu. Anne Bronte'nin Agnes Grey isimli ilk ve tek romanının kahramanı, yazarın biraz da kendisiydi. Romandaki kahramanlardan bazıları genç kızın yakın çevresindeki tanıdıkları, bazıları ise tamamen hayal ürünü kişilerdi. Küçük, loş bir odada günlerini, gecelerini geçirip de dünya edebiyatına unutulmaz eserler kazandırmak ancak Bronte kardeşlere özgü bir yetenek... Onların yazın macerası, bugün bile insanları şaşırtıyor. | |
| | | murat_efe Artık Üniversitedeyim
Mesaj Sayısı : 80 Yaş : 41 Nerden : damdan dama Lakap : EfE sanal hayvan : KİŞİSEL İLETİ : संधिकालः Ruh Hali : Kayıt tarihi : 30/11/08
PUANLAR İTİBAR: (90/100) REP PUANI: (90/100)
| Konu: Walter Scott (1771 - 1832) Çarş. Ocak 07, 2009 8:21 am | |
| Walter Scott
Tarihi roman türünün babası sayılan Walter Scott, 15 Ağustos 1771’de İskoçya’nın Edinburgh kentinde doğdu ve hukuk tahsilini bitirene dek bu kentte yaşadı. Edinburgh barosuna kabul edilmesine rağmen, onun merakı folklor ve halk şarkıları üzerineydi. 1803’deki ilk çalışması İskoç halk şarkılarını konu edinen üç ciltlik bir incelemeydi. Kendisi de 1805’den sonra İskoç folklorüne ve efsanelerine dayanan romantik şiirler yazdı. Ancak o yıllar İngiltere’sinde romantik şiire damgasını vuran iki ateşli şair; Lord Byron ve Percy Shelley vardı. Scott’un bu alanda onlarla boy ölçüşmesi mümkün değildi. Folklor ve efsaneleri romana taşıdı Scott. 1814 yılında “Waverly” adlı romanını yayınladı. Fakat bu yıllarda, roman, edebiyatın düşük bir türü olarak değerlendirildiğinden, 1827’ye kadar üstlenmedi yazdıklarını.[/size] [size=9]Saray tarafından “baron” unvanına layık görülen ve adı “Sir” eki ile birlikte anılan Walter Scott’un ilk romanları, Waverly dönemi romanları olarak bilinir. Kitaplarının halk tarafından sevildiğini ve çok sayıda okuyucuya ulaştığını “sağlığınsa” gören yazarlardandır Scott. Ne var ki, maddi durumu, yanlış yatırımları nedeniyle hep kötü olmuş, hayatının büyük bir bölümünü borçlarını ödemekle geçirmiştirHepsi de İskoç tarihindeki olaylardan esinlenerek yazılan Waverly romanlarından, 1820 tarihli “Kara Şövalye” ile İngiltere tarihine geçer ve ilk dönemini noktalar. 1823’de yazdığı “Quentin Durward”ın konusu ise Fransız Devrimi’ne aittir. Sıkışan maddi durumunu düzeltmek için 1826’dan sonra -aceleyle- yazdığı romanları edebi açıdan başarılı olmamakla birlikte, Walter Scott adı, onların da geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmasına yetmiş, yazar borç yükünden kurtulmuş ama sağlığını yitirmiştir. Tedavi için gittiği İtalya’da da derdine derman bulamayan Sir Walter Scott’un ölüm tarihi, 21 Eylül 1832’dir.
Ivonhoe Wilfred of İvanhoe, Rotherwood Grange Lord’u Celdric’in oğludur, ama Norman kralı Aslan Yürekli Richard’ın ordusuyla Haçlı seferlerine katıldığı için, bir Saxon olan babası tarafından reddedilmiştir. Kral Richard’ın yokluğunda ise İngiltere tahtı, kralın kardeşi olan kötü kalpli Prens John’a kalmıştır ve tahtı bırakmaya hiç de niyetli değildir John. Hikayenin başlangıcında, Ivanhoe’nun İngiltere’ye döndüğünü kimse bilmez, elbette Kral Richard’ın akıbeti de meçhuldür. Ancak, yazar okuyucularına bu yönde ümit vermeden duramaz. Düzenlenen bir yarışa -zırhları içinde tanınması mümkün olmayarak- katılan Ivanhoe, rakiplerini birer birer yenerken, zor duruma düştüğünde imdadına kara zırhlı bir başka esrarengiz şövalye koşar. Yarışmayı kazan Ivanhoe, sevgilisi Rovena’nın önünde miğferini çıkarır ve kimliğini açıklar. Ancak yaralarının etkisiyle bayılır. Tedavisi ile Yahudi tefeci Isaac ve güzel kızı Rebecca ilgilenmek isterlerse de, yine romanın kötülerinden olan Sir Bois-Guilbert tarafından kaçırılırlar. Sir Bois, Rebeccaya göz koymuştur ve ondan Hıristiyan olup kendisiyle evlenmesini istemektedir. Kara şövalyenin Kral Richard olduğu söylentisi yayılmaktadır. Bunu duyan ve zaten yönetimden hoşnutsuz olan köylüler -aralarında Robin Hood da olma üzere- toplanmaya başlarlar. Rebecca’yı kurtarmak isteyen Ivonhoe, Sir Bois’i öldürür. Kimliğini açıklayan Kral Richard’ın araya girmesiyle, Lord Celdric Ivonhoe’yi affeder, Ivonhoe ve Rovena evlenirler. Richard, krallığını geri alır. Romanın sonundaki düğün sahnesinde, Saxonlar ve Normanlar birlikte eğlenirlerken, davetliler arasında Robin Hood ve köylüler de vardır.
Büyük bir hikaye anlatıcısı olarak Walter Scott “Kara Şövalye”, en iyi romanı sayılmaz Walter Scott’un, ama en popüleri olduğundan kimsenin kuşkusu yoktur. Hikayesi, özetlediğim gibi, XII. yüzyıl İngiltere’sindeki taht kavgaları ve feodal yaşamda geçerli olan değer yargıları üzerine kuruludur. Bir çok farklı mekan ve karakterlerin çizildiği olay örgüsü zayıf, rastlantılara verilen ağırlık ise bir romanın kaldıramayacağı kadar fazladır. Robin Hood ve Aslan Yürekli Richard gibi İngiltere tarihinin önemli şahsiyetleri, daha doğrusu tarihi kahramanları, yazarın yarattığı karakterlerle birlikte işlenmiş ama metindeki hiç bir karakter derinlemesine anlatılmamıştır. Üstelik metindeki diyaloglar da donuk ve yapaydır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, “Kara Şövalye” çok uzun yıllar boyunca okunmuş ve sevilmiştir. Çünkü, Walter Scott, usta bir hikaye anlatıcısıdır. Forster, “Roman Sanatı” adlı incelemesinde, Scott’un metinlerindeki bu çelişkili duruma değinirken, Scott’u pek sevmediğini itiraf eder. “Düşüncelerini önemsiz, yazış biçimini ağır, olayları bağlayıp yapı kurmada beceriksiz” bulur onu. Ancak, Walter Scott’un hikaye anlatmadaki ustalığını teslim eder. “Secott’da ilkel bir güç, okuyucuyu beklenti içinde tutabilmek, onun merak duygusuyla oynayabilmek gücü vardır”. Yani Scott, okuyucuna “bakalım bundan sonra ne olacak” sorusunu sordurmayı başaran bir yazardır. Edebi değerlendirmede küçümsenmekle birlikte, bir romanı -hele o yıllarda- roman yapan en önemli anlatım öğesidir hikaye... Romanın en yüksek biçimine 19.yüzyılda eriştiğini düşünen ve klasik anlatım tekniği tercih eden edebiyat kuramcıları ise büyük bir gerçekçi olarak selamlarlar Sir Walter Scott’u; O, “fırtınalı ve amansız bir çağın çocuğu olarak, geçmişin çözümsel olarak incelenişi ile geçmiş yaşam, töre ve gelenek üzerine bilgisini keskin bir tarih duygusuyla birleştirmiş; romanlarında insanı sadece toplumun bir üyesi olarak değil, tarihsel sürecin içinde yer alan birisi olarak da ortaya koymuştur. Klasikçilikte, kahramanı idealleştirme, hatta kişiyi olumsuz çizgileriyle bile soylulaştıracak denli abartma eğilimi yer alırken, Scott’un kahramanları basit kişilerden seçilmiştir, bir parçası olduğu çevresine kendi bireysel doğası ve manevi dünyasıyla bağlı olan bütünleşmiş kişilerdir. Bu nedenle, tarihsel insan olarak, yani, belli bir toplumsal gücün bir temsilcisi, toplumda çatışan güçlerin bir kesişme noktası olarak hareket ederler. Böyle bir kişi çizim ilkesi, gerçekçiliğin zaferini de temsil etmektedir”..!
Scott’da tarih ve tarihi kişiler Bugün yazılan tarihsel fantezilere baktığımızda, insanlık tarihinin başlangıcından bu yana yaşamış ya da yaşadığı varsayılan bir çok karizmatik kişiyle karşılaşır, gerçekten vuku bulmuş tarihi olaylara tanık oluruz. Walter Scott’un romanlarında da vardır benzer kişi ve olaylar, ama önemli farklılıklarla... Bu farklılıkların altını, bir başka ünlü romancı; Balzac, çok iyi çizmiştir. “Roman, büyük tarihsel figürlerin görünmesine ancak ikinci derecede karakterler olarak katlanır. -Scott’un romanlarında- Cronwell, Charles II, İskoçya Kraliçesi Mary, Loui XI, İngiltere Kraliçesi Elizabeth, Arslan Yürekli Richard, bütün bu büyük kişiler ancak kısa sürelerde görünürler sahnede, o da bu edebi biçimin yaratıcısının dokuduğu dramatik konu, onların sahnede görünmesini gerekli kıldığı zaman! Yoksa, okuyucu bir çok ikinci dereceden karakterle tanışmadan ve büyük tarihi kişinin yakında ortaya çıkışının tepkilerini paylaşmadan önce değil. O büyük kişi sahneye çıktığı zaman da, okuyucu, onu hikayedeki daha küçük karakterlerin gözüyle görüyordur artık”. Roman kişisi olarak gerçek tarihi şahsiyetin üstleneceği rol böyle olmalıdır Balzac’a göre. Peki ya gerçek tarihi olaylar? Roman hakkındaki görüşlerini açıklarken sık sık Walter Scott’u örnek gösteren ve kendisini onun takipçisi sayan Balzac, toplumsal öğelerin karakteristik gelişiminde bulunan iç zenginlikler yerine büyük tarihsel olayların dış parıltısını konu olarak seçen bir yazarın mesleğini bilmediğini iddia eder ve referansı yine Scott olur; “Scott, kalemine konu olarak hiç bir zaman büyük olayları seçmez, fakat o büyük olaylara götüren nedenleri, çağının ruhsal ve ahlaki durumunu betimleyerek, -büyük politik olayların çok ayrı, belirgin atmosferinde hareket edeceği yerde- tüm toplumsal ortamı vererek, dikkatle geliştirir”. Tarih ve roman arasındaki sonu gelmeyen ilişkinin kurucusu Scott için tarih, ne kendi sıfatlarından başka tarihle hiçbir biçimde ilintisi olmayan birtakım kişilere tarihsel giysiler giydirilen büyük bir tiyatro gardırobu, ne de herkesi kendi kişisel çıkarlarına alet eden tek güçlü bireyin at koşturduğu akıldışı, anlaşılmaz bir alandır. “Walter Scott, büyük tarihi olayların kendisini anlatmaz; onun ilgi duyduğu şey, bu olayların nedeni, niçinidir; dolayısıyla kesin bir çarpışmanın tam bir betimlemesini vermez, stratejinin ya da kullanılan taktiklerin çözümlemesini yapmaz; onun bize verdiği şey, her iki kamptaki, yenenin çarpışmayı kazanmasının neden kaçınılmaz olduğunu okuyucusuna göstermek için daha genel bir eylem içinde kaybolan küçük günlük olaylar şeklinde gösterilen insani, toplumsal ve moral atmosferin tablosudur”. | |
| | | | İngiliz Edebiyatı | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |